24 Haziran 2019 Pazartesi

Lord of Shadows (Gölgelerin Lordu) - Cassandra Clare / Kitap Yorumu



“Ruhunuz için ruh eşinizi feda eder miydiniz?”

Bir Gölge Avcısı’nın yaşamının sınırları, görevle belirlenmiş, onurla kısıtlanmıştır. Bir Gölge Avcısı’nın sözü, ciddi bir vaattir ve hiçbir yemin, parabatai’leri birbirine bağlayan yeminden daha kutsal değildir. Birlikte savaşmaya, birlikte ölmeye ama birbirlerine asla âşık olmamaya yemin etmişlerdir.
Emma Carstairs, parabatai’si Julian Blackthorn’la aralarındaki aşkın yalnızca yasaklanmadığını, ikisini de yok edebileceğini öğrenmişti. Julian’dan kaçabileceğini biliyordu. Ama Blackthorn’lar dört bir yandan düşmanlarla kuşatılmışken onu nasıl yalnız bırakabilirdi ki?
Tek umutları, korkunç bir büyü gücünü barındıran Ölülerin Kara Kitabı’ydı. Herkes o kitabı istiyordu. Bulabilecek olansa yalnızca Blackthorn’lardı. Bu yolda kanlı tehlikeler onları bekliyordu ve hiçbir söze güven olmazdı. Ancak birileri Julian’ın sırlarını ortaya çıkarıp Los Angeles Enstitüsü’nün yönetimini ele geçirmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaktı.
Aşağı Dünyalılar, Meclis’le karşı karşıya geldiğinde ise Gölgelerin Lordu onlar için yeni bir tehdit oluşturacaktı. Unseelie Kralı, en iyi savaşçılarını, Blackthorn kanı taşıyan herkesi avlamaya ve Kara Kitap’ı bulmaya göndermişti.
Tehlike giderek yaklaşırken Julian, kimsenin tahmin edemeyeceği bir düşmanın iş birliğine bağlı olan riskli bir plan yaptı. Ama başarı, ancak bir bedel karşılığında onun olabilirdi. Ve ne Julian ne de Emma olabilecekleri hayal edebilirdi. Sevdikleri herkesi ve her şeyi etkileyecek, kanlı bir mücadele onları bekliyordu...

GERÇEK AŞK, BÜTÜN BÜYÜLERİ ETKİSİZ KILAR.

Sayfa Sayısı : 735
Baskı Yılı : 2017
Orijinal Adı: Lord of Shadows
Seri Adı: Karanlık Sanatlar (The Dark Artifices)
Seri Sırası: 2 / 3
Goodreads Puanı: 4.52 / 5

___________________________________________________________


Herkese merhabalar, nasılsınız? Umarım hepiniz çok iyisinizdir. Şu an bu yazıyı okuyan sizler daha önce bloguma denk geldiniz mi bilmiyorum fakat denk gelmemiş olma ihtimaliniz çok yüksek çünkü tam tamına iki buçuk yıldır kitap yorumu yapmıyorum maalesef ki... 2016 yılında üniversite sınavına hazırlık sürecimle başlayan bu mola döneminin bu denli uzun süreceğini ben de beklemiyordum. Sınav sonrası çok istediğim bir üniversitede çok sevdiğim bir bölüm kazanmış olsam da muhtemelen sınav yorgunluğundan ötürü kitap okuma alışkanlığım kötü anlamda etkilendi. Üniversitenin ilk senesinde okuduğum hazırlık sınıfının da fazlasıyla ağır olması nedeniyle okumaya zaman ayıramadığım için blogla da ilgilenemedim. Hazırlığın ardından bölümümdeki birinci senem de fazlasıyla yoğun geçti fakat bu seneyi de atlatınca NİHAYET bloguma geri dönmeye karar verdim. 

Şimdi diyeceksiniz ki muhtemelen "öf ne kadar uzattın, yoruma geç artık." Haklısınız arkadaşlar... Fakat aranızda daha önce yazılarıma denk gelmiş olanlar varsa her zaman çenesi düşük bir insan olduğumu bilirler :D Öte yandan uzun zamandır kitap yorumu yapmamış olduğum için fazlasıyla da heyecanlıyım, o heyecandan kaynaklı biraz da bu gereksiz detaylara girmem :D Tamam tamam, daha fazla uzatmadan sizin bu yazıda okumak istediğiniz şeye, yani Gölgelerin Lordu'nun yorumuna başlıyoruum.

Biliyorsunuz ki ilk kitap Emma'nın gizli düşman olan Malcolm Fade'i öldürmesiyle bitmişti. Bu olay sonucunda problemlerin çözülmesi ve tehditlerin ortadan kalkması beklenirken aksine Los Angeles'ta büyük deniz iblisleri saldırılarının ortaya çıkması işlerin hiç de beklenildiği gibi gitmediğini gösteriyor bu kitapta. Idris'teki meclis bu sorunu çözmeye odaklanırken doğal olarak Blackthorn'lar da bu soruna kendi sırlarını ifşa etmeden bir çözüm aramaya başlıyorlar. Biliyorsunuz ki Los Angeles Enstitüsü'nü yöneten kişi kağıt üstünde Arthur Blackthorn olsa da aslen yöneticilik görevini herkesten gizli bir şekilde Julian sürdürüyordu. Amcasının akıl sağlığının yerinde olmamasından ötürü daha yalnızca 12 yaşındayken devraldığı ve yıllarca bir sır olarak sürdürdüğü bu görev ifşa olursa Enstitüyü ve tüm kardeşlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak olan Julian'ın bunu engellemek için attığı adımları okuyoruz bir yandan da. Hem iblis saldırılarının sebebini bulmaya çalışıp hem de Malcolm'un ölüsüyle okyanusta kayıplara karışan Ölülerin Kara Kitabı'na ulaşmaya çalışan Blackthorn'lar bu yolda birçok kanlı tehditle başa çıkmak zorunda kalıyorlar. Ayrıca yine hatırlayacaksınız ki Geceyarısı Leydisi'nin sonunda Emma ve Julian'ın parabatai lanetini tetiklememek için birbirlerine aşık olamayacaklarını kabullenmişlerdi. Hatta Emma bunu sürdürmek için Mark ile bir ilişkiye başlayarak Julian'ı kendinden vazgeçirmeye karar vermişti. Julian-Emma-Mark ilişkisi de bu kitabın küçük bir kısmında da olsa yer bulan bir ilişki dolayısıyla. 

Konuyu özetleme kısmında çok başarılı olmadığımın farkındayım fakat bunun nedeni spoiler vermekten korkuyor olmam. Çünkü kitabın başladığı noktayla bittiği nokta arasında o kadar fark var ki şu an size ne söylesem okuma zevkinizi kaçırmış olurum. Olay akışı fazlasıyla sürprizlerle dolu olduğu için özet kısmını bu kadarla sınırlı tutarak kitap hakkındaki yorumlarıma geçmek istiyorum.

Şunu söyleyeyim, ben Cassandra'ya gerçekten bayılıyorum, GERÇEKTEN. Kadın sonsuza dek kitap yazsa sonsuza dek sıkılmadan okuyacağıma o kadar eminim ki... Yarattığı karakterler, olay örgüleri, serileri ve bu seriler içindeki karakterler arasında kurduğu bağlar bana göre gerçekten fazlasıyla başarılı ve Karanlık Sanatlar serisi de bu unsurlar açısından Cassie'nin başarısını kanıtlayan bir seri. Gölgelerin Lordu'nda, daha önce de bahsettiğim gibi, olay örgüsü A noktasından başlayıp Z noktasında bitiyor resmen. Çoğu kitabında da olduğu gibi bu kitabında da Cassie okuyucuyu şaşırtmayı ve kitaba bağlı tutmayı iyi bir şekilde başarmış. Fakat bazı olayların biraz gereksiz uzun tutulduğunu düşünüyorum, kitap 735 sayfa olacağına bir elli-altmış sayfa daha kısa olabilirdi gibi. Yine de olay örgüsü kitabın çok büyük bir çoğunluğunda tatmin edici ve merak uyandırıcı bir şekilde ilerliyor
SPOILER 
Mark ve Cristina arasındaki bağlama büyüsü -bunun Türkçe çevirisi tam olarak böyle mi yapıldı bilmiyorum çünkü ben kitabı orijinal dilinde okudum ve İngilizcede binding spell diye geçiyordu- bence gerçekten çok gereksiz uzundu mesela.
SPOILER BİTTİ

Benim için olayın koptuğu yer kitabın sonu oldu. Kitap bittiğinde FAZLASIYLA sinirliydim ve kitabı duvara fırlatmamak için kendimi zor tuttum. Dediğim gibi, Cassandra her kitabında okuyucuyu şaşırtacak bir şey buluyor fakat bunu yapmak için kurguladığı olay ciddi anlamda çok saçmaydı. İşte bu olay benim kitaptan puan kırmama sebep oldu. 
SPOILER: 
Livvy'yi nasıl NASIL nasıl NASIL öldürürsün sen vicdansız kadın!?!?!?!?! Hiç mi düşünmedin Ty ne hale gelecek, Jules bebeğim ne kadar mahvolacak diye? Hayır yani, biz bunları okurken kalbimiz dağlanıyor sen nasıl bu kadar rahat şekilde yazabiliyorsun bu sahneleri. Özellikle Julian'ın Livvy'nin ölü bedenini kucağına alıp ağlaması beni KAHRETTİ. Hala aklıma geldikçe kalbim acıyor ve çok fena delleniyorum. Bir de bu yetmezmiş gibi Robert Lıghtwood'u da öldürdün. Ah benim minik Alec ve Izzy'ciğim... Cassie'nin size çektirmediği kalmadı zaten; küçük kardeşiniz Max'i elinizden aldığı yetmiyormuş gibi bir de babanızı katletti vicdansız kadın. Tüm Blackthorn'ları ve sizi kucaklamak istiyorum yavrularım benim :(((((  
SPOILER BİTTİ




Şimdi de karakterler hakkında ne düşündüğüme geçelim. İlk kitabın yorumunda da bahsetmiştim, ben bu serinin her bir karakterini ayrı ayrı çok seviyorum. Favori karakterim şüphesiz Julian olsa da tüm Blackthorn'ların kalbimde apayrı bir yeri var. Julian'ın bu kitapta ailesini korumak için yapabileceklerini fazlasıyla görüyoruz, bu amaç uğrunda bir yapacaklarının bir sınırı olmadığını da anlıyoruz dolayısıyla. Öte yandan hala Emma'nın aşkıyla eriyip bitmesini ve Emma'nın Mark'a aşık olduğunu düşünmesiyle çektiği acıyı Cassandra o kadar güzel aktarıyor ki bize, okurken sürekli "YA AMA YAA OFFF" nidalarıyla Jules'un çektiği acılar yüzünden yakınıp durdum. Ayrıca şunu eklemek istiyorum Julian Atticus Blackthorn resmi olarak benim en sevdiğim Cassandra Clare karakteri statüsüne yükseldi. Üzgünüm Will Herondale, senin de kalbimde her daim bambaşka bir yerin olacak olsa da artık Jules tahtını ele geçirdi... Julian'a kendi sözlerinden bir alıntıyla aşkımı ilan etmek istiyorum:



"Break my heart, he said. "Break it in pieces. I give you my permission."



Gelelim Emma'ya. Kitap boyunca aslında onun da Julian'a karşı olan hisleriyle savaşmasını görüyor ve ona da fazlasıyla üzülüyoruz. İlk kitabın sonunda kendisine fazlasıyla kızmıştım Mark ile bir ilişkiye başladığı için. Bu kızgınlık Gölgelerin Lordu'nda çok devam etmese de yerini bir siteme bıraktı ve sürekli Julian'a parabatai lanetinden bahsetmesini bekledim. Yani çünkü neden bahsetmeyesin ki Emma? Benim minik tatlı bebeğime acı bu kadar çektirmek gerçekten gerekli miydi? Kafamdaki bu sorular nedeniyle bu kitapta Emma'ya karşı ilk kitaba göre daha mesafeli duygulara sahiptim. Fakat yine de Emma'nın Cassandra'nın yazdığı seriler arasındaki kadın baş karakterlerden en sevdiğim olduğunu söyleyebilirim. Hazırcevap tavırları ve esprili kişiliği bu seriyi eğlenceli yapan en büyük özelliklerden birisi. Ayrıca kendisi gerçekten çok cesur bir karakter, tüm bu özellikler de onu sevmemeyi imkansız hale getiriyor.

Mark'ın bu kitapta Gölge Avcısı yanını yeniden canlandırması hoşuma giden yönlerdendi. Biliyorsunuz, ilk kitapta kafası çok karışık ve ne yapacağına asla karar veremeyen bir Mark okumuştuk. Yıllarca kaldığı Wild Hunt'a dönme isteğiyle ailesine duyduğu özlem arasında çokça bocalayan Mark bu kitapta ayakları yere çok daha sağlam basan ve kararlı bir kişiliğe büründü ve onun yaşadığı bu değişimi çok sevdim. Cristina ise bu kitapta da yine bildiğimiz gibi yani bir iyilik meleğiydi. Ben bu kızı gerçekten çok seviyorum. Emma ile olan arkadaşlığını ve Mark ile olan ilişkisini okumak bana gerçekten bu kitap boyunca çok büyük keyif verdi. Kendisinin Gölge Avcısı kitapları içindeki en iyi karakter olduğunu düşünüyor ve buradan ona sevgilerimi yolluyorum.

Bu kitapta Blackthorn ailesinin diğer üyelerini de daha çok tanıma şansı yakalıyoruz. Ty, Livvy ve Dru'nun karakterlerini ilk kitaba kıyasla daha yakından görmek benim için oldukça sevindirici bir olaydı. Benim de bir ikiz erkek kardeşim olduğu için özellikle Ty ve Livvy arasındaki ilişkiyi okumak beni çok mutlu etti. Cassandra'nın karakter yaratmadaki başarısından bahsetmiştim. Bu başarısı biraz da farklı tip karakterleri serilerine dahil etmesinden geliyor bence. Örneğin Ty otizmli bir birey ve bu müthiş bir Gölge Avcısı olmasına engel değil. Cassie onun gözünden yaşananları bize anlatarak hem okuyucularının farkındalık kazanmasını sağlıyor hem de karakter skalasına harika birisini katmayı başarıyor. Ty'ın düşünme tarzına, olayları çözümlemesine ve dosdoğru bir karakter olmasına bayılıyorum ve ikiz kardeşi ile kurduğu takım ilişkisine de hayranım. Livvy'nin ise yine Emma gibi esprili bir kişiliğe sahip olması, olaylara tıpkı kardeşi Ty gibi farklı perspektiflerden bakması çok hoşuma gidiyor. Bu kitapta da Dru'nun Ty ve Livvy ikilisinden daha geri planda kaldığını görüyoruz maalesef ki. Yine de ilk kitaba kıyasla onu daha fazla görmüş olmak beni sevindirdi ve okuduğum kadarıyla tanıdığım o cesur ve kendinden emin Dru'yu da çok sevdim.

Bu kitapta Geceyarısı Leydisi'nin sonlarına doğru seriye dahil olan bir karakter de fazlasıyla yer kaplıyor; Kit Rook ya da nam-ı diğer Christopher Herondale. Kayıp Herondale olarak yıllardır aranan ve birden bir Shadow Market sahibi olan babası Johnny Rook sayesinde aşina olsa da yine de çok çok yabancısı olduğu Gölge Avcısı dünyasına dahil olan Kit'in yerini bulma çabasını okuyoruz bu kitapta. Blackthorn'ların yanında yaşadığı süreçte özellikle Ty ve Livvy ile yakın bir bağ kuruyor ve bu sayede Gölge Avcısı dünyasında maceralara atılıyor. Bu maceraların büyük bir kısmı aslında yapmaması gereken şeyler tabii ki fakat bir Blackthorn'un ne zaman kurallara uyduğu görülmüş ki? :D Ty ve Livvy'nin peşine takılan Kit de kuralları yıkıyor ve bizi hiiç şaşırtmıyor çünkü, hadi ama arkadaşlar kendisi bir Herondale! Will ve Jace'den fazlasıyla biliyoruz ki onlar da kural yıkmak konusunda Blackthorn'lardan aşağı kalır değiller :D Bu haşarı çocuğu okumayı gerçekten çok sevdim, mizah yeteneğinin genetik olduğunun bir kanıtı olarak Will ve Jace'den devraldığı espritüellik bayrağını hakkıyla taşıyor. Özellikle Ty ile kurduğu ilişkiye BA-YIL-DIM. İkisini çok çok çok fena shipliyorum ve etrafta alnıma #KITTY yazarak dolaşmak istiyorum.

Gölgelerin Lordu'nda daha yakından tanıma fırsatı bulduğumuz bir başka karakter de Diana Wrayburn. Kendisinin ne kadar güçlü bir karakter olduğunu anlıyoruz bu kitapta. Los Angeles Enstitüsü'nün başına geçmek istese de bunu neden yapamayacağını da öğreniyoruz. Şahsen bu sebep beni çok çok şaşırttı çünkü hiç beklemediğim bir şeydi. Cassie'nin bizlere yaptığı sürprizlerden birisi daha... Ayrıca Diana ve Gwyn arasındaki ilişkinin tatlılığı nedir öyle! İkisini okumak beni o kadar eğlendirdi ki... Bu ikili üzerine bir novella yazmanı bekliyorum Cassandra çünkü bunu hak ediyorlar.

Kitaptan puan kırmama neden olan bir başka sebebe değinmek istiyorum, hatta puan kırmamın en büyük sebebi bu; Cassandra'nın MUTLAKA her kitabına dahil ettiği aşk üçgeni mevzusu. Cassie'cim, canım, artık 2008 yılında yaşamıyoruz. Twilight serisiyle yükselişe geçen aşk üçgeni romanlarının devri artık bitti, inan buna. Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama ben gerçekten artık türü ne olursa olsun hiçbir kitapta aşk üçgeni/ dörtgeni/ beşgeni okumak istemiyorum. Cassie'de sanırım kitaplarına aşk üçgeni sıkıştırmasa ölecek sendromu var, her kitabında oldukça yer kaplayan bir konu olarak bunu kullanmasının nedeni başka bir şey olamaz çünkü. Aşk üçgeninin kim olduğunu olay örgüsüne çok büyük etkisi olduğunu düşünmesem de spoiler ibaresiyle belirteceğim, okumak isterseniz okuyabilirsiniz sizler de.
SPOILER: 
Başından beri Kieran'ı sevmiyor ve Mark'la da shiplemiyordum. Şimdi bir de çocuğa gül gibi kızımız olan Cristina'yı kaptırıyoruz iyi mi. Bu kitapta Kieran'a biraz daha ısınmış olsam da ben Geceyarısı Leydisi'nden beri bir Marktina destekleyicisiyim ve Kierktina denilen saçma sapan ilişki ağı beni kitap boyunca çok rahatsız etti.
SPOILER BİTTİ

Cehennem Makineleri serisindeki aşk üçgeninin en azından bir mantığı vardı. Jem ve Will iki ayrı insan olarak aynı kişiye aşık olabilirler ve bu normal bir şey olarak da görülebilir. İkisi parabatai olduğu için ve birbirlerini çok önemsedikleri için Tessa'dan vazgeçebilirler de birbirleri için, bunu da anlıyorum. O seride sorun Tessa'nın ikisine birden aşık olduğunu iddia etmesindeydi yani sorun sadece Tessa'daydı. Tessa'nın bu ikisine de aşık olma olayı benim Cehennem Makineleri'nde en sevmediğim unsurdu. Bu aşk üçgeninde ise Cehennem Makineleri serisindeki durum boyut değiştirerek daha da sıkıcı bir hal aldı -en azından benim açımdan öyle- ve kitaptan kopmama neden oldu. Bu nedenle de Gölgelerin Lordu benden tam puan alamadı.

Sonuç olarak Gölgelerin Lordu çoğunlukla olay örgüsüyle, ters köşeleriyle ve karakter gelişimleriyle etkileyici bir kitap olsa da benim için Geceyarısı Leydisi'nin seviyesine erişemedi. Genel olarak serilerde ikinci kitaplar geçiş kitabı niteliğinde olduğundan ilk kitabın temposunu yakalayamama sorunu yaşarlar, Gölgelerin Lordu da benim için bu problemden muzdarip bir kitaptı. Yine de okurken çokça duygu değişimi yaşadığım bir kitap olduğundan ve karakterleri de çok çok sevdiğimden (çünkü Cassie karakterlerin duygu geçişlerini okuyucuya aktarmakta gerçekten çok başarılı) fazla da puan kırmaya gönlüm razı gelmedi. Umarım sizler de bu kitabı beğenirsiniz yahut beğenmişsinizdir.

Son olarak kitap yorumumu kitaptan sevdiğim birkaç alıntıyla bitirmek istiyorum, herkese sevgiler.

Emma, everyone's afraid of something. We fear things because we value them. We fear losing people because we love them. We fear dying because we value being alive. Don't you wish you didn't fear anything. All that would mean is that you didn't feel anything.

The world isn't the way you want it to be. It's the way it is.

I think you cannot root out love entirely. I think where there has been love, there will always be embers, as the remains of a bonfire outlast flame.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder