29 Şubat 2020 Cumartesi

Sevdiğim Tüm Erkeklere - Jenny Han / Yorum

YA ŞİMDİYE DEK ÂŞIK OLDUĞUNUZ HER ERKEK
ONLAR HAKKINDA NE DÜŞÜNDÜĞÜNÜZÜ ÖĞRENSEYDİ?..
HEM DE HEPSİ AYNI ANDA!

“Yazarken kendimi hiç tutmuyorum. O kişi asla okumayacakmış gibi yazıyorum çünkü asla okumayacak. Tüm gizli düşüncelerimi, tüm gözlemlerimi, içimde biriktirdiğim her şeyi mektuba döküyorum. Bitirdiğimde zarfı kapayıp adresi yazıyorum ve şapka kutuma koyuyorum.

Düşünürsek tam manasıyla aşk mektubu sayılmazlar. Artık daha fazla âşık olmak istemediğim zaman yazıyorum. Veda etmek için. Çünkü yazdıktan sonra beni tüketen bu aşk tarafından tüketilmem sona eriyor. O da benim gibi muzla mı sever diye düşünmeden mısır gevreğimi yiyebiliyorum; aşk şarkılarına onu anmadan eşlik edebiliyorum. Eğer aşk ele geçirilmeyse, mektuplarım da benim şeytan çıkarma ritüelim sayılabilir. Mektuplarım beni özgür kılıyor. Ya da en azından öyle olmasını umuyorum.”

LARA JEAN AŞK MEKTUPLARINI ANNESİNİN VERDİĞİ BİR ŞAPKA KUTUSUNDA SAKLIYORDU.

Bunlar başkasından aldığı mektuplar değil, kendi yazdıklarıydı. Sevdiği her çocuk için bir; toplam beş tane. Yazarak kalbi ile ruhundakileri dışarı dökebiliyor ve gerçek hayatta asla söyleyemeyeceği duyguları mektuba aktarabiliyordu çünkü onları sadece kendisi görecekti. Tabii bu gizli mektuplar postalanınca durum değişti ve böylece Lara Jean’in hayali aşk hayatı birdenbire kontrolden çıktı…


Sayfa Sayısı: 360
Baskı Yılı: 2017
Yayınevi: Pegasus  
Orijinal Adı & Seri Adı: To All the Boys I've Loved Before
Seri Sırası: 1 / 3
Goodreads Puanı: 4.17 / 5

______________________________________________________

Herkese merhaba! Umarım herkes iyidir diyerek yazıma başlamak istiyorum fakat bu pek mümkün olmasa gerek. Ülkemiz ve tüm dünya oldukça zor, yıpratıcı ve üzücü zamanlardan geçerken iyi hissetmek zor doğrusu. Yine de herkese iyilik, mutluluk, huzur ve sağlık dileklerimi ileterek açılışı yapmak istedim.

Bugünkü yazımda yorumlayacağım kitap oldukça popüler olan ve ülkemizde bu popülerliğinin büyük bir çoğunluğunu da Netflix uyarlaması filminden elde eden Sevdiğim Tüm Erkeklere kitabı. Kısaca konusundan bahsetmek gerekirse; Lara Jean Song Covey 16 yaşında bir lise öğrencisidir. Oldukça başarılı ve zeki bir öğrenci olan Lara Jean çok geniş bir sosyal çevreye sahip olmamakla birlikte genelde hayal dünyasında ve kitaplarda yaşayan bir kızdır. İçedönük bu sevimli karakterimizin herkesten canı pahasına sakladığı bir şey vardır; annesinin ona küçükken verdiği bir şapka kutusu. Bir şapka kutusunu bu kadar özel kılan nedir diye düşünebilirsiniz. Bu kutu Lara Jean için oldukça özeldir çünkü kutunun içinde o zamana dek sevdiği tüm erkeklere yazdığı aşk mektupları bulunmaktadır. Gönderilmek amacıyla yazılmamış olan bu mektupların asıl yazılma nedeni Lara Jean'in kendi hayalinde yarattığı bu aşklara veda etmek istemesidir. Bu mektuplarla duygularını sonlandıran Lara Jean'in hayatı günün birinde gizemli bir şekilde bu mektupların sahiplerine, yani yazıldıkları kişilere, gönderilmesiyle altüst olur. Gönderilen bu beş mektubun hayatında yarattığı kaosu Lara Jean nasıl çözecektir?

Bu kitabı ilk çıktığı zamanlarda görüp Goodreads'te okuma listeme eklemiştim, konusu çok tatlı gelmişti çünkü bana. Sonradan internetten kitap alışverişi yaptığım bir gün kitabın İngilizce versiyonunu bulur bulmaz satın almış ve kitabı okumak için sabırsızlanmıştım. İşte bu sabırsızlanma zamanım 2015 yazına tekabül ediyor... Ve evet, ben bu kitabı yeni okudum... Araya bir şeyler girdiği için ilk aldığım zamanda okuyamadığım bu kitabı ilerleyen senelerde de bu kitabı okumak için fazla büyüdüğümü ve kitabın bana klişe geleceğini düşündüğümden bir türlü okuyamadım. Fakat son zamanlarda kafamı dağıtmak için bir şeylere ihtiyacım olduğumdan raflarım arasında çerezlik bir kitap ararken bu kitabı gördüm ve NİHAYET BEŞ SENE SONRA kitaba şans verdim. Ve itiraf etmeliyim, kesinlikle pişman değilim.

Kitabın konusu ve olay örgüsü, 20 yaşında birisinin gözüyle değerlendirdiğimde, oldukça klişe, bunu kabul ediyorum. 15-16 yaşlarında, romantizm deneyimi olmayan "saf" ve iyi kız tiplemelerinin olduğu lise hikayelerini okumaktan/izlemekten hepimize gına gelmiştir herhalde. Belki bu kitabın da sıradan bir lise kitabı olacağını düşünerek kitaba başlarken beklentimi olay örgüsü hakkında yüksek tutmadığım için ya da belki de tam olarak böyle kafa dağıtmalık bir kitap aradığım için Sevdiğim Tüm Erkeklere'yi beklediğimden çok daha fazla beğendim. Bunun en büyük nedeni olay örgüsünün, her ne kadar klişelerle dolu olsa da, çoğu zaman mantıklı bir şekilde ilerlemesiydi. Hani gençlik kitaplarında baş karakterimiz olan kızımız kötü/popüler çocuğa görür görmez vurulur ve kitap boyunca aşk sancıları yaşar ya, bu kitapta öyle bir şey yok işte. Kitaptaki romantik ilişki damdan düşmüş gibi gelişmiyor, aksine normal hayatta da olduğu gibi karakterler birbirini tanıyıp birbirleriyle bağ kurdukça oluşuyor. Bu da kitabı benzerlerine göre çok daha gerçekçi kılan ve sevmemi sağlayan unsurlardan en önemlisiydi.

Kitabı sevmemin bir diğer önemli nedeni ise baş karakter, Lara Jean. Ah Lara Jean, o kadar bensin ki! Tabii ki de Lara Jean'in kitap boyunca yaptığı çok ama çok saçma bulduğum bir sürü şey vardı ama genel olarak baktığımızda Lara Jean, en azından benim için, bağ kurması fazlasıyla kolay bir karakter. Dışa dönük olmanın olmazsa olmaz bir meziyet sayıldığı hayatta ve dışa dönüklüğün popüler olmakla eşdeğer olduğu lise gibi bir ortamda içe dönük birisi olarak utanmadan, sıkılmadan kendi gibi olması Lara Jean'i sevmemi sağlayan bir unsurdu. Öte yandan hayal dünyasında yaşaması ve sevdiği erkeklere mektup yazarak bunu aşmaya çalışması bana direkt kendimi hatırlattı. Hoşlandığım insanlara mektup yazıp, zarflara koyup adreslerini de bu zarfların üstünde yazarak bir kutuda saklamıyorum tabii ki fakat hislerime ve neden öyle hissettiğime dair ilgililerinin asla okumayacağı yazılar yazmayı çok ama çok seviyorum. Kitapta (sanırım) Peter'ın Lara Jean'e söylediği iki şey vardı : “You'd rather make up a fantasy version of somebody in your head than be with a real person.” ve “You only like guys you don't have a chance with, because you're scared.”.  Kendimle alakalı bu kadar gerçekçi cümleleri bir kitap karakterinin ağzından duyacağımı (okuyacağımı??) hiç düşünmemiştim. Ayrıca Lara Jean ehliyetini yeni almış olduğu için tecrübesiz olduğundan araba sürmekten deli gibi korkuyor ve bilin bakalım başka kim araba sürme korkusunu yaşıyor? Evet doğru bildiniz, tabii ki de ben. Bu tip kusur gibi görünen ve benim de yaşadığım küçük bir detayın kitaba dahil edilmiş olması çok hoşuma gitti. Dolayısıyla Lara Jean'in ilişkilere bakış açısı, olaylara verdiği tepkiler ve genel olarak kişilik özellikleri bana çok yakın geldi.

Bir diğer önemli karakterimiz Peter Kavinsky'e geçelim. Umarım kızmazsınız arkadaşlar ama, Peter karakteri beni bu kitapta hayal kırıklığına uğratan faktörlerden en büyüğüydü. Kitabın klişelerle dolu olan çoğu kısmı Peter üzerineydi zaten. Sporcu, ultra popüler, herkesin aşık olduğu Peter Kavinsky hakkında o kadar övgüler duymuştum ki senelerdir, kitabı okumaya başlar başlamaz bu karaktere çok fazla bağlanacağımı düşünüyordum. Bunun yerine karşımda ilgi meraklısı, birileri tarafından onaylanmaya delicesine muhtaç, toksik ilişkisinden asla vazgeçemeyen ve çoğu hareketine gıcık olduğum bir insan bulunca çok şaşırdım ve üzüldüm şahsen. Book boyfriend'lerim arasına girmesini umduğum biriydi çünkü Peter. Dümdüz, sıradan bir genç-yetişkin kitabı karakteriydi Kavinsky, benim için onu öne çıkaran hiçbir özelliği yoktu kitap boyunca. En çok ama en çok sinirimi bozan özelliği ise sürekli eski sevgilisi Genevieve'in yörüngesinde olması ve iradesizlikte çığır açması oldu. Kitabın sonlarına doğru ise biraz daha sevilebilir bir karakter haline geldi, biraz yontuldu yani, ama yine de Peter maalesef ki benim sevdiğim bir karakter değildi bu kitap boyunca. Fakat şunu söylemek istiyorum ki bu yazıda sadece ilk kitabın yorumunu giriyor olsam da aslında Sevdiğim Tüm Erkeklere serisinin tamamını art arda okudum. Onların yorumunu girer miyim bilemediğim için belirtmek istedim ki şu an Peter'a karşı nefret falan hissetmiyorum, aksine sevdiğim bir karakter oldu kendisi. Fakat daha ilk kitaptan insanların Peter Kavinsky diye ölüp bitmelerine pek anlam veremedim sadece.

Diğer karakterlerden bahsedelim biraz da. Lara Jean'in kardeşi Kitty kitaptaki favori karakterlerimden biriydi kesinlikle. 10-11 yaşlarında olmasına rağmen yaşından çok daha büyük bir kıvrak zekaya sahip olması ve iğneleyici mizahı ile kitabı çok daha keyifli hale getiren bir karakterdi kendisi. Genel olarak Lara Jean - Kitty - en büyük kardeş Margot arasındaki ilişkiyi çok sevimli buldum zaten. Ablam veya kız kardeşim olmadığı için bu üçlü arasındaki kız kardeşlik ilişkisini okumak içimi ısıttı. Bir diğer önemli karakterse Lara Jean'in mektuplarından birinin yazıldığı ve Margot'un eski sevgilisi olan Josh'tu. Josh ve Lara Jean ilişkisini Josh'un Margot'un eski sevgilisi olmasından ötürü etik nedenlere dayandırarak desteklemesem de Josh'u bir arkadaş olarak çok sevdim. Hatta Peter'dan çok çok çooook daha fazla sevdim. Egosu olmayan, kendi halinde takılan, yardımsever ve sadık bir dost kendisi, yani Peter'ın tam tersi. Tamam neyse, yine Peter'ı gömmeye dönmeyeceğim.

Kitap bahsettiğim gibi basmakalıp olaylar, kişilik özellikleri ve durumlar içeriyor. Genç yetişkin tarzı bir kitap yazarken bu tip şeylerden kaçınmak imkansız gibi bir şey zaten. Sevdiğim Tüm Erkeklere bu klişeleri olay örgüsüne rahatsız etmeyecek şekilde yedirmeyi başardığı için bu durum okurken göz devirmeden ve "cringe" olmadan sayfaları çevirmenizi sağlıyor. Kitap işte bu yüzden çok ama çok akıcı. Konusunda çözülmesi gereken büyük bir gizem veya aşırı merak uyandıran bir şey olmasa da göz açıp kapayıncaya dek kitabın sonuna gelmiş oluyorsunuz. Yazarın dili ve eğlenceli anlatım tarzı da bu akıcılıktaki en büyük etkenlerden birisi. Ayrıca kitabı okurken sürekli lise yıllarıma döndüm ve içim ilginç bir neşeyle doldu. Lise yıllarınızı bitirmiş biriyseniz siz de muhtemelen benim gibi kitabı okurken sevimli bir nostalji hissedeceksinizdir.

Kısacası Sevdiğim Tüm Erkeklere eğer ki kafanızı ve sizi yormadan size hoş vakit geçirtecek bir kitap arıyorsanız okumanız gereken bir kitap. Bu tip kitaplar aşka ve küçük mucizelere dair inançlarımızı diri tutmamızı ve hayata biraz daha pozitif bir pencereden bakmamızı sağlıyor ve bence Sevdiğim Tüm Erkeklere türünün başarılı örneklerinden birisi. İçinizdeki gençlik neşesini hissetmek için bu kitaba bir şans verebilirsiniz bence :)

Son olarak değinmek istediğim şeyse Netflix tarafından yapılan film uyarlaması. Lara Jean'i Lana Condor ve Peter Kavinsky'i Netflix filmlerinin kadrolu elemanı Noah Centineo oynuyor. Kitabı okuduktan hemen sonra filmi de izledim ve kötü bir film olduğunu düşünmüyorum. Eee yani sürekli festival filmleri izleyip analiz kasacak değiliz :D Sıradan, eğlenceli ve orta kalibre bir gençlik filmi olmuş. Filmi izleyip beğendiyseniz ya da benim gibi orta seviyede bir film olduğunu düşündüyseniz size mutlaka kitabı okumanızı öneriyorum. Her zaman olduğu gibi, kitap filmden çok daha derinlikli ve çok daha güzel. Sırf Lara Jean'in iç monologlarını okumak için bile başlayabilirsiniz bu kitaba, pişman olacağınızı düşünmüyorum :)

Bir sonraki yorumda görüşmek üzere, hoşça kalın! :)


22 Şubat 2020 Cumartesi

Son Dilek (The Witcher #1) - Andrzej Sapkowski / Yorum

İngiltere için Tolkien,
Amerika için George R. R. Martin neyse
Doğu Avrupa için Sapkowski odur.

Rivyalı Geralt bir Witcher’dır. Henüz küçük bir çocukken seçilmiş, eğitilmiş, büyülerle donatılmış ve mutasyon geçirmiş bir canavar avcısı. Acımasız, tekinsiz, karanlık ve canavarlarla dolu bir dünyada yaşar.

Onun dünyasında peri masalları hiç de saf değildir. Pamuk Prenses bir haydut çetesinin başındadır. Güzel ve Çirkin’deki roller çok farklıdır. Üç dilek hakkı sunan cinlerle karşılaşmak bile istemezsiniz.

Masumların savunucusu Geralt, kızları canavara dönüşmüş ensest krallarla, intikam hırsıyla yanan cinlerle, âşık vampirlerle ve daha nicesiyle karşılaşıyor. Hepsi çok tehlikeli ve hiçbiri göründüğü gibi değil.

“Mıevılle ve neıl gaıman gibi sapkowskı de eskiyi alıp yeniliyor… Fantastik türde taze bir açılım.”
-Foundation-

“Bu kitabı gerçekten, gerçekten çok beğendim... Sapkowskı’nin dünyasındaki hiçbir karakter siyah-beyaz değil. Geralt ve canavarlar dâhil herkes grinin bir tonu.”
-The Deckled Edge-

“Dünyadan bıkmışlığı ve sayısız savaşta geliştirilmiş güçleri, geralt’ı böylesine ilginç bir karakter yapıyor.”
-Edge-

“Sapkowskı’nin wıtcher evreni, modern fantastik edebiyat dünyasının en detaylılarından biridir ve birçok yenilikçi fikir sunar. Karmaşık karakter ilişkileri bu dünyayı daha da zenginleştirir… Fantastik edebiyat hayranlarının el üstünde tutacağı bir seri.”
-B&N-

Sayfa Sayısı: 400
Baskı Yılı: 2017
Yayınevi: Pegasus
Orijinal Dili: Lehçe
Seri Adı: The Witcher
Seri Sırası: 0.5 / 6
Goodreads Puanı: 4.18 / 5 

__________________________________________________________

Herkese merhaba! Umarım sizler için her şey yolunda ve istediğiniz gibi gidiyordur. Beni sorarsanız şu sıralar okulum başlamış olmasına rağmen henüz çok yoğun olmadığım için kitap okumaya vakit ayırabiliyorum ve bu beni oldukça memnun ediyor. Bu vakit ayırdığım kitaplardan biri ise şu sıralar herkesin dilinde olan The Witcher serisinin Son Dilek kitabıydı. O zaman daha fazla uzatmadan yoruma başlayalım :) 

Son Dilek serinin ana kitabı değil, Geralt'ın ana seri öncesinde veya esnasında (bu kısımdan pek emin değilim çünkü diğer kitapları okumadım henüz) yaşamış olduğu maceraların hikayelerinin bulunduğu bir derleme. Oldukça meşhur bir Witcher, yani canavar avcısı, olan Rivyalı Geralt'ın envai çeşit canavarın peşine düştüğü bu kitapla fazlasıyla çetrefilli The Witcher evrenine giriş yapıyoruz. Kitabın konusunu özetlemek çok zor, çünkü net bir konusu yok. Bahsettiğim gibi, Geralt'ın canavar peşinde koşmasına tanık oluyoruz kitap boyunca. Bu yüzden kitap elle tutulur bir olay örgüsüne sahip değil. 

Son Dilek, The Witcher serisinin kronolojik olarak ilk yayınlanan kitabı da değil. Lehçede hangi kitaptan sonra yayınlandığını tam olarak bilmemekle birlikte bu kitabın serinin birkaç kitabının ardından yayınlandığını bir yerlerde gördüğümü size söyleyebilirim. Pegasus Yayınları'nın kitabın ön söz kısmında belirttiği üzere yayınevi seriyi Lehçede yayınlanan sırasıyla değil, uluslararası yayınlanan sırayla yayınlamaya karar vermiş. Bu da yazının gelecek kısımlarında bahsedeceğim bir problem yaratıyor.

Kitabı, daha doğrusu seriyi, Netflix dizisine uyarlanacağını öğrendiğimde okumaya karar vermiştim. Bu kararımda etkili olan en önemli şeylerden birisi de Geralt karakteri için Henry Cavill'in seçilmiş olmasıydı, yani dürüst olalım lütfen; hangimiz bu adama bayılmıyoruz ki... Seriye başlama fikri bir süre sonra aklımdan çıkmış olmasına rağmen dizi yayınlanınca bu fikir tekrar aklımda filizlendi ve indirimde yakalayınca yayınlanmış altı kitabı da alıp (evet, fena gaza geldim...) seriye nihayet başladım. Normalde serinin dizi yapılacağını ilk duyduğum zaman seriyle ilgili pek büyük beklentilerim yoktu fakat dizi çıktıktan sonra herkes diziyi o kadar çok övdü ki benim de hem kitap serisi hem de dizi hakkında beklentilerim arşa çıktı. Beklediğini bulabildin mi diye sorarsanız tam olarak bulabildiğimi söyleyemeyeceğim doğrusu. 

Öncelikle şunu belirteyim, kitapları okumayı bekleyemedim ve okumadan önce diziyi izledim. Dolayısıyla Son Dilek'e başlarken The Witcher evreni hakkında dizide bize gösterilenler kadar bilgim vardı. Diziyi izlediniz mi bilmiyorum fakat izlediyseniz muhtemelen şu konuda hemfikirizdir; dizi bizi bu karmaşık evrene o kadar ani bir şekilde fırlatıyor ki atmosfere alışana dek sezon bitiyor zaten. Kitapta da bu sorun vardı; kitap size bir şeyler anlatıyor ama siz daha neyin ne olduğunu bile bilmiyorsunuz doğru düzgün. Witcher'ın neden Witcher olduğu, Yennefer'ın kim olduğu, Dandelion denilen karakterin nereden çıktığı gibi gibi bir sürü soru aklınızı kurcalayıp duruyor kitap boyunca. Ben öncesinde diziyi izlemiş olduğum için görece daha hızlı adapte olabildim kitaba fakat eğer ki bu evren hakkında hiçbir fikriniz olmadan seriyi okumaya başlarsanız bocalamanız kuvvetle muhtemel. 

Diziyle ilgili yapılan söyleşi ve röportajlarda dizinin büyük oranda kitaplardan uyarlandığı ve oyunlarla pek benzemediği söyleniyordu. Bilgisayar oyunlarına dair tek bilgisi Sims serisiyle kısıtlı olan bir insan olduğum için serinin oyunlarına dair bir fikrim yok fakat şunu söyleyebilirim ki dizide geçen olaylar kitapla gerçekten fazlasıyla benziyor. Sadece dizide Ciri de bize tanıtılmış fakat kitapta Ciri'ye dair bir hikaye yok, bunun dışında dizi ve kitap büyük oranda paralellik içeriyor. İşte bu yüzden bahsettiğim gibi kitaba alışmam daha kolay oldu çünkü diziden ötürü anlatılan olaylar ve bahsi geçen kişilerle alakalı bir temelim vardı. 


Diziyi izlerken hissettiğim şeyi kitapta da hissettim; ikisinde de okurken/izlerken kafanızda bir sürü soru ve oturmayan nokta olmasına rağmen neler olacak diye merak edip okumaya/izlemeye devam ediyorsunuz. Bu bakımdan kitap oldukça başarılı, yormadan ve okuyucunun merakını canlı tutarak sizin bir şekilde Geralt'la bir bağ kurmanızı sağlıyor. Benim kitabı bitirmem okumak için araya başka kitaplar sokmamdan ötürü beklediğimden çok daha uzun sürdü fakat Son Dilek'i her elime aldığımda kitabı hızlıca okudum. Yazarın dili akıcı olduğu için gerçekten sayfalar kolayca akıp gidiyor.

Karakterlerin analizini yapmak için henüz erken diye düşünüyorum çünkü bahsettiğim gibi bu kitap sadece Geralt'ın maceralarını anlatan ve yoğunlukla Geralt üzerinden işlenen bir kitap. Yani karakter olarak neredeyse sadece Geralt var. Dizideki Geralt'a kıyasla kitap Geralt'ı daha esprili ve daha eğlenceli birisi, bunu söyleyebilirim rahatlıkla. Dizide yansıtılana göre daha sarkastik bir karakter olduğu için de kitabı okumak diziyi izlemeye kıyasla benim için daha eğlenceliydi. 

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim, Son Dilek serinin ilk kitabı olmamasına rağmen ilk kitap olarak yayınlandığı için okurken sizde kafa karışıklığı yaratabilir çünkü ne evrene ne de karakterlere aşina değilsiniz. Bu kitabın en can sıkıcı noktası zaten. Fakat bunun dışında oldukça akıcı ve sürükleyici olması da kitabın büyük bir artısı. Ve tüm eksik yanlarına rağmen cidden eğlendiriyor sizi okurken. Eğer ki beklentilerinizi düşürerek başlarsanız keyif alarak okuyacağınızı düşünüyorum çünkü benim gibi devasa beklentilerle başladığınız takdirde aradığınızı bulamayabilirsiniz. (Ben okumaya başladığım an seriye aşık olacağımı düşünüyordum çünkü...) Beklentisiz ya da düşük beklentiyle başladığınızda bu kitap zamanınızı hoş geçirmenizi sağlayacak bir kitap olacaktır. 

Seriye başlamalı mısınız sorusunun cevabını henüz net bir şekilde veremiyorum sizlere. Bahsettiğim gibi, bu kitap cidden kocaman ve oldukça girift bir evrenin küçücük bir parçası sadece. Yalnızca ilk kitaba göre yargılayıp bu macera dolu seriyi ve eğlenceli karakterleri tanımamayı seçmek biraz haksızlık olur diye düşünüyorum. Kafamızdaki soruların ve zihnimizde oturmayan kısımların da gelecek kitaplarda netleşeceğine dair fazlasıyla ümitliyim ben. Bence bir şans verin Witcher'a, çok bayılmasanız bile en azından yeni bir fantastik evren tanımış olursunuz :) 

(Şunu söylemeden bitirmek istemedim, Henry Cavill muazzam bir Geralt olmuş gerçekten... Neyse, fangirl tepkilerimi sizleri ürkütmemek adına kendime saklıyorum.......)

Sizler de eğer ki bu kitabı okuduysanız veya diziyi izlediyseniz düşüncelerinizi yorumlarda paylaşmaktan çekinmeyin lütfen. Bir sonraki yorumda görüşmek üzere, hoşça kalın! :) 


7 Şubat 2020 Cuma

Ghosts of the Shadow Market - Cassandra Clare / Yorum

36314220. sy475 The Shadow Market is a meeting point for faeries, werewolves, warlocks and vampires. There the Downworlders buy and sell magical objects, make dark bargains, and whisper secrets they do not want the Nephilim to know. Through two centuries, however, there has been a frequent visitor to the Shadow Market from the City of Bones, the very heart of the Shadowhunters. As a Silent Brother, Brother Zachariah is sworn keeper of the laws and lore of the Nephilim. But once he was a Shadowhunter called Jem Carstairs, and his love, then and always, is the warlock Tessa Gray.
Follow Brother Zachariah and see, against the backdrop of the Shadow Market’s dark dealings and festive celebrations, Anna Lightwood’s first romance, Matthew Fairchild’s great sin and Tessa Gray plunged into a world war. Valentine Morgenstern buys a soul at the Market and a young Jace Wayland’s soul finds safe harbor. In the Market is hidden a lost heir and a beloved ghost, and no one can save you once you have traded away your heart. Not even Brother Zachariah...

Ghosts of the Shadow Market will be co-written with Maureen Johnson, Robin Wasserman, Sarah Rees Brennan and Pulitzer finalist Kelly Link and will initially be available digitally.

The first eight stories will be published as e-books from around March 2018 monthly, with the final two available in a print bind-up of all the stories, to be published in 2019.

Sayfa Sayısı: 617
Baskı Yılı: 2019
Yayınevi: Walker Books
Dil: İngilizce
Goodreads Puanı: 4.25 / 5
_____________________________________________

Merhabalar!! Yine bir Cassandra Clare kitabının yorumuyla karşınızdayım. Cassandra'yı ve yarattığı Gölge Avcıları evrenini çok ama çok sevdiğim için son dönemlerde yayınlanmış kitaplarının mutlaka yorumunu yapmaya çalışıyorum. Bu yaz Ölümcül Oyuncaklar serisini en baştan okuduğumda o serinin de yorumlarını girmeyi düşünmüştüm aslında ama şu an çıkmış tüm Gölge Avcıları kitaplarını okumuş olduğum için evren hakkında çok fazla şey biliyorum ve ilk seri olan Ölümcül Oyuncaklar'ın yorumunu yaparken bir şekilde gelecek kitaplardan spoiler veririm diye korktum. 

Neyse, yeni yayınlanan kitaplarını olabildiğince yorumlamaya devam edeceğim bu blogta. Bugünkü kitabımız ise 2019 Haziran'da yayınlanan hikaye derlemesi Ghosts of the Shadow Market. Bir önceki hikaye derlemesi olan Gölge Avcısı Akademisi'nden Hikayeler'in yorumuna bakmak isterseniz bu linke tıklamanız yeterli :)

Çoğunlukla Jem'in Sessiz Kardeş olduğu dönemleri anlatan kitap bize Jem'in, ya da Kardeş Zachariah'ın, anılarında gezinme fırsatı sunuyor. Görevi esnasında göreviyle bağımsız olan bir sebeple, kayıp Herondale soyunu bulmak adına tüm Aşağıdünyalıların toplanma noktası olan Gölge Marketler'i geziyor tek tek. Bu marketlere gittiğinde ise çoğu zaman sürpriz karşılaşmalar yaşadığını görüyoruz, bu karşılaşmalar bizim eski ve yeni karakterlerimizin hayatları hakkında bilgilenmemizi sağlıyor.

Kitap 10 hikayeden oluşuyor. Şimdi kısaca o hikayelerin konularını özetleyip hikayelere puanımın kaç olduğundan bahsedeceğim. DİKKAT! Bu kısım genel olarak tüm Gölge Avcıları serisi hakkında spoiler içeriyor. Dolayısıyla eğer henüz tamamlamadığınız bir seri varsa ve spoiler yemek istemiyorsanız konu özetlerini okumanızı önermem.

Cast Long Shadows: 1901 yılında geçen hikaye Jem'in Londra Gölge Market'inde bilgi arayışıyla başlıyor. Fakat bu markette sürpriz bir isimle karşılaşıyor; Charlotte ve Henry'nin çocuğu Matthew Fairchild. İşte biz de bu karşılaşma vasıtasıyla birden Matthew'un hayatına dahil oluyoruz. Matthew'un ailesini, parabataisi James Herondale ile olan ilişkisinin nasıl başladığını ve ilerleyişini okuma şansı buluyoruz. Yeni çıkacak olan The Last Hours serisinin birçok karakteriyle tanışmak benim için harika bir deneyimdi. Bane Günlükleri'nde de sanırım bu karakterlerden bahsediliyor bazı hikayelerde fakat ben maalesef ki Bane Günlükleri'ni okumadım... O yüzden karakterleri derinlemesine tanıma şansı bulduğum için çok sevindim. Şimdiden söylüyorum, Matthew Fairchild'ın The Last Hours'taki favori karakterlerimden biri olacağına hiç ama hiç şüphem yok. Hikayenin ilerleyişini de oldukça başarılı buldum. Kısacası bu en sevdiğim hikayelerden biri oldu kitapta. 
PUAN: 5 / 5 



Every Exquisite Thing: Bu hikaye de 1901 Londra'sında geçiyor ve Jem'den ziyade Cecily ve Gabriel'in çocuğu Anna Lightwood'u baz alıyor. Hikaye Anna'nın kendini bulması konusu etrafında şekilleniyor. Yine bu hikayede TLH serisinin birçok karakterine rastlamaya devam ediyoruz; Anna'nın kardeşi Christopher, James ve Lucie Herondale, Matthew, Sophie ve Gideon'un oğlu Thomas Lightwood gibi karakterler hikaye boyunca bize eşlik ediyor. Anna'nın kendini bulma hikayesi beni gerçekten etkiledi. Kendisi genderqueer bir karakter ve 1901 gibi bir yılda kendi kimliğini yaşama savaşı veriyor Gölge Avcıları gibi tutucu bir topluluk içinde. Çok sevdiğim bir karakter oldu Anna da. TLH'de neler yaşayacağını okumaya sabırsızlanıyorum!!

PUAN: 5 / 5 



Learn About Loss: 1936 yılında geçen bu hikayede Jem'in bilgi arayışı devam ediyor. Karşımıza yeni karakterler çıkmıyor bu hikayede fakat eskilere bolca atıfta bulunulduğunu görüyoruz. Bu yılda artık Will 75 yaşında ve sağlığı da pek iyi değil. Bu yüzden Jem'in geçmiş günlere olan özlemini okuyoruz bir yandan da hikaye boyunca. Oldukça duygusal bir hikayeydi, zaten kitapta Will'in adını gördüğüm her an gözlerim dolup durduğu için bu hikayede duygulanmamam imkansızdı.
  PUAN: 4 / 5 

A Deeper Love: 1940 Londra'sında geçen bu hikayede Jem, kayıp Herondale hakkında bilgi almaya çalışırken bir Peri tarafından öldüresiye yaralanır. İkinci Dünya Savaşı zamanları olduğu için o dönemde Tessa da Londra'da hemşirelik yapmaktadır çünkü Will'in ölümünden sonra kafasını dağıtmak adına böyle bir yol bulmuştur. Jem yaralandıktan sonra Catarina Loss ile kurtarabildikleri kadar insan kurtaran Tessa'nın yanına yardım istemeye gelir. Hikaye boyunca Kardeş Zachariah'ın iyileştirilme sürecini okuyoruz bu yüzden. Bu benim için ortalama bir hikayeydi. Ben Jessa ikilisinden pek hazzetmiyorum çünkü Tessa'yı gerçekten hiç sevmiyorum. Jem'e bayılsam da Tessa'nın varlığı hikayeyi benim için ilgi çekici olmaktan çıkardı.
PUAN: 3.5 / 5 

The Wicked Ones: Kayıp Herondale'in izine nihayet ulaşan Kardeş Zachariah 1989 yılında Paris'tedir. Bu Herondale'i kendiyle gelmeye ikna etmeye çalıştığı esnada yine Paris Gölge Market'inde sürpriz bir isimle karşılaşır; Céline Montclaire. Céline, Jace'in annesi. Tabii o zaman yalnızca 17 yaşında bir genç kız. Valentine'ın kurmakta olduğu Çember'in üyelerinden biri olan Céline, Valentine'ın istediği bir görevi yerine getirmek için Stephen Herondale ve Robert Lightwood ile birlikte Paris'e gelmiştir. 17 yaşındayken de Stephen'a aşık olan Céline kendini şanssız hissetmektedir çünkü Stephen o esnada Amatis Graymark ile evlidir. Hep güçsüz ve yetersiz görülen Céline, Valentine'ın davetiyle Çember'e gücünü ispat etmek için üye olmuş olsa da bu yeni kurulan topluluk hakkında şüpheleri de vardır. Kısacası bu hikaye de bir nevi Céline'in kendini bulma çabası diyebiliriz. Jace'in anne ve babasını biraz da olsa tanımış olmak güzeldi fakat Céline'i pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Yine de Jace'in aile geçmişini öğrenmiş olmamız açısından gerekli bir hikayeydi bu bana göre. 
PUAN: 3.5 / 5 

Son of the Dawn: 2000 yılında New York'ta geçen bu hikayede New York vampir klanının en önemli üyelerinden biri olan Raphael Santiago, Kardeş Zachariah'tan şehre yapılacak yin fen sevkiyatını durdurmak için yardım ister. Malum Jem yin fen'den çok çekmiş olduğu için Raphael'e yardım etmeyi kabul eder. Fakat şehre sevkiyat için  gelecek gemide yalnızca yin fen yoktur, bir çocuk da vardır; Jace Wayland. O zamanlar henüz Michael Wayland'ın çocuğu olarak bilinen Jace, babası olarak bildiği Michael Wayland öldükten sonra (aslında Michael Wayland'ın yerini alan Valentine kendi ölümünü tezgahladıktan sonra demek daha mantıklı olur) tek başına kalır. Bunun sonucunda da Wayland'ın eski parabataisi olan Robert Lightwood Jace'i New York Enstitüsü'ne almaya karar verir. Hikaye yarısından itibaren Jace dahil olunca benim için çok daha güzelleşti. Daha 9 yaşında olan Jace'in Lightwood'ların arasına katılması, onlarla yavaş yavaş bağ kurmaya başlamasını okumak kalbimi eritti. Hele ki Jace'in Lightwood ailesinin sanki bir evcil hayvanmışçasına ona yeni bir isim vereceğini düşünmesi beni o kadar üzdü ki. "Babam bana Jonathan derdi ama siz isterseniz Christopher diyebilirsiniz." dediği bölümde ağlamamak için zor tuttum kendimi. Yine Jace'in daha 9 yaşındayken dahi muazzam bir savaşçı olması ve her yaşta harika bir mizah anlayışına sahip olması beni çokça gülümsetti. Jace'in yanında Izzy ve Alec'in küçüklüğünü okumak da çok sevimliydi.  
PUAN: 4 / 5 

adricarrollart:
“Happy Father’s Day ”
So adorable! Lightwood-Banes!The Land I Lost: 2012'de geçen bu hikayede Alec Lightwood'a odaklanıyoruz. Gölge Avcıları ve Aşağıdünyalılar arasında kurulan ittifakın en önemli ismi olan Alec, New York'ta işleri büyük çoğunlukla yoluna koymuştur. Fakat Çember üyeleri ile yaşanan iç savaş sonrası dünyada birçok enstitüde işler istenen şekilde yürümemektedir. Bu enstitülerden biri de Buenos Aires'tedir. Öte yandan kayıp Herondale'i aramaya devam eden Tessa ve artık Sessiz Kardeş olmayan Jem, Buenos Aires Gölge Market'inde bir ipucu bulurlar fakat Alec'in yardımına ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla Alec onlara yardım etmek ve şehirdeki Aşağıdünyalılar'ın durumunu gözlemlemek için Buenos Aires'e gider. Hikayede BOLCA BOOLCA Malec görüyoruz. Ahh kalbim kaldırmıyor bu çiftin harikalığını! Magnus, Alec ve evlat edindikleri oğulları minik büyücü Max'in mutlu yuvasını okumak O KADAR GÜZELDİ Kİ! Alec'in Ölümcül Oyuncaklar serisinin başındaki özgüvensiz halinden kendine tamamen güvenen ve kontrolü eline alan haline dönüşmesini izlemek harikaydı benim için ve bu hikayede de Alec'in o yeni ve güçlü kişiliğini iyice okuma şansı buluyoruz. Biliyorsunuz ki Malec'in bir tane daha çocuğu var, Gölge Avcısı olan Rafael. İşte Alec gittiği bu Buenos Aires görevinde Rafael'le de karşılaşıyor! İkisi arasında kurulan bağı, Rafael'in davranışlarını ve Magnus'un fotoğrafını görür görmez Magnus'a vurulmasını, Max'in tatlı bir minnoş olmasını, Malec'in babalığını ve harika ilişkisini O KADAR ÇOK SEVDİM Kİ. Ayrıca hikayede bolca yer kaplayan New York vampir klanının başı Lily Chen'e de bayıldım! Onun Jem'e taktığı lakapları okurken o kadar eğlendim ki, Brother Snackhariah nedir Allah aşkına dfjkfl. Cidden size ne yazsam bu hikaye hakkında düşüncelerimi aktarmak için yetersiz kalacak, çok eminim. The Land I Lost en ama en en en sevdiğim hikaye oldu bu kitaptaki. Ben içimdeki bu Malec aşkını dizginleyemiyorum!
PUAN: 5 / 5 

Through Blood, Through Fire: Tessa'nın Jem ile kayıp Herondale'in izini bulmaya çalıştığı bu hikaye 2012'nin Los Angeles'ında geçiyor. Her yerde Herondale soyuna dair bir bilgi kırıntısına rastlamaya çalışan bu ikilinin bilgi arayışını okuyoruz yine. Hikayede Kit'in annesi Rosemary'nin geçmişi hakkında bilgi almış olmamız beni sevindirdi çünkü biliyorsunuz ki Queen of Air and Darkness'ta da kesinleştiği üzere Kit, peri ırkının İlk Varis'inin soyundan çıkmıştı. Ben Kit'in periler ile bağlantısını pek çözememiştim o yüzden bu hikayeyi okumak aradaki bağı net bir şekilde algılamamı sağladı. Genel olarak Tessa odaklı bir hikaye olduğu için yine pek sevemedim bu hikayeyi, sadece Kit'in annesinin geçmişini öğrenmek açısından faydalıydı. Kitaptaki en sevmediğim hikaye bu oldu o yüzden.
PUAN: 3 / 5 

The Lost World: 2013 yılında geçen bu hikayede Ty'ın Scholomance'deki günlerini okuyoruz. Hatırlarsınız ki Ty'ın Hava ve Karanlık Kraliçe'sindeki Livvy'i hayata geri döndürme çabası başarısız olmuş fakat Livvy'nin hayaleti Ty'a bağlanmıştı. Dolayısıyla Ty Scholomance'teki günlerini Livvy'nin hayaletiyle birlikte geçiriyor. Ty'ın her zamanki bilimselliğiyle Livvy'nin hayaletinin neler hissedip hissetmediğine dair deneyler yaptığını görüyoruz. Ty ve Livvy benim çok ama çok sevdiğim karakterler ve son kitapta Livvy'nin olmayışı ciğerimi dağlamıştı. O yüzden, hayalet olarak da olsa, Livvy'nin geri dönmesi beni mutlu etti. Bir yandan da hikayede Tessa'nın Jem'le olan çocuğu Mina'yı doğurmasını okuyoruz. Jem'i babalık heyecanıyla okumak gerçekten çok güzeldi, Jem seni çoooook ama çok seviyorum ama Tessa'dan gerçekten hoşlanmıyorum. Keşke Will ve Jem birlikte olsaydı sfdsjjf. Ayrıca hikayede ilk kitabı 2022'de yayınlanacak The Wicked Powers serisine de hazırlık yapılıyor özellikle de Livvy'nin hayaleti üzerinden. Bu seride Ty, Kit, Dru, Ash ve muhtemelen Livvy'nin hayaletini okumak için sabırsızlanıyorum, bir an önce 2022 gelsin lütfen!
PUAN: 4.5 / 5  

Forever Fallen: Son hikayemiz olan Forever Fallen 2013 yılında geçiyor. Jessa'nın çocuğu olan Mina güzelce büyümeye devam ederken bir yandan da Kit'in bu aileye alışmaya çalışmasını görüyoruz. Bizim minnoş Kit'imizi Jessa'nın kanatları altına alması harikaydı! Onlarla birlikte yaşamayı, hatta Mina'ya ağabeylik yapmayı öğrenen Kit kalbimi eritti. Hikayenin bir de korkutucu tarafı var. Hava ve Karanlık Kraliçesi'nden hatırlayacağınız üzere Jemma bir süreliğine alternatif bir dünya olan Thule'a gitmişti. Bu alternatif zamandan dönerken ise farkında olmadan Jace'in Thule'daki kötü versiyonu ile Sebastian'ın oğlu Ash'i de kendi zaman dilimlerine getirmişlerdi. İşte hikayede Thule Jace'inin, yani Janus'un, gelecekteki kötücül planlarını da okuyoruz. Thule'da Clary'i kaybetmiş olan Janus, bu dünyada Jace'in yerine geçmeyi planlıyor. Muhtemelen The Wicked Powers serisinde de ele alınacak bu olay. Buna korkutucu taraf dedim çünkü gerçekten Clace'in başına bir şey gelmesinden deli gibi korkuyorum. Malum, Cassandra cani bir insan. Hiç düşünmeden ve acımadan bu dünyayı bize tanıtan Clace çiftini harcayabilir diye oldukça endişeliyim. Bırak da şu çocuklar bir mutlu mesut yaşasın ne olur ya... Janus'un varlığına rağmen Jem'in mutlu ailesini, Kit'i ve Mina'yı okumak çok güzeldi bu hikayede. Jem'in babalığını umarım ki gelecek kitaplarda çok daha fazla okuyabiliriz.
PUAN: 4 / 5 

Hikayelere verdiğim puanı topladığımızda kitaba puanım 4.15 gibi bir şey çıkıyor. Hikaye koleksiyonu bir kitap olarak Gölge Avcısı Akademisi'nden Hikayeler daha başarılıydı bana göre ama Ghosts of the Shadow Market de okuması çok zevkli, duygu dolu ve kalp ısıtan bir kitaptı. Kitapla ilgili tek hayal kırıklığım Will'i daha fazla okuyamamış olmak oldu. Umarım ki Will özlemimizi yeni çıkacak olan The Last Hours serisinde bolca giderebiliriz. Chain of Gold'un çıkmasını heyecanla bekliyorum.

Kitap Türkçe'ye Artemis Yayınları tarafından çevrilecek yine, Instagram hesabında gördüğüm kadarıyla şu an bir başka Cassie kitabı olan The Red Scrolls of Magic ile birlikte çevirideymiş. Umarım ki en kısa zamanda çıkar ve herkes Gölge Avcıları dünyasına dönüş yapma şansına ulaşır. Beklemek istemiyorsanız e-book olarak okuyabilirsiniz kitabı, Cassie'nin kitaplarında kullandığı dil çok zorlayıcı olmadığı için kolaylıkla anlayabilirsiniz diye düşünüyorum.

Bir başka yorumda görüşmek üzere, hoşça kalın! :)



1 Şubat 2020 Cumartesi

Asi (Efsane #4) - Marie Lu / Yorum

Efsane’ye saygı gösterin.

Deha’yı yüceltin.

Şampiyon’u övün.

Ancak hiçbir zaman

Asi’yi küçümsemeyin.

Eden Wing senelerce abisinin gölgesinde yaşamıştı. Ross City’deki üniversitenin en iyi öğrencisi ve mucidi olmasına rağmen, çoğu kişi onu Daniel Wing’in kardeşi olarak tanıyordu. Daniel on yıl önce, Day ismiyle biliniyordu. Cumhuriyet’i kurtaran, devrime öncülük eden çocuktu. Ancak Day bir zamanlar olduğu kahraman değildi artık. Bugünlerde bütün dünyadan saklanıp geçmişini geride bırakmak istiyordu. Tek önemsediği, Eden’ı güvende tutmaktı. Hayatının aşkı June’u geride bırakmak zorunda kalsa bile… Cumhuriyet’ten ayrıldıkları günden bu yana geçirdikleri değişimi kabul etmekte zorlanan iki kardeşin karşısına yeni bir tehlike çıkacak ve aralarını açacaktı. Eden çok geçmeden kendini Ross City’nin karanlık sokaklarında bulacak ve orada kendini öylesine kaybedecekti ki, zamanında bir milletin kahramanı olarak görülen abisi bile onu kurtaramayacaktı.

Asi, hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmayan güçlü bir yazarın kaleme aldığı muhteşem bir roman. Marie Lu yazdığı her kitapta okuru kendine âşık eden büyülü bir yazar. 
- Tahereh Mafi, Bana Dokunma serisinin çoksatan yazarı

Gizem, yardımlaşma ve sevgi temalarının işlendiği bu hikâye Efsane hayranlarını ve yeni okurları muhteşem bir dünyaya davet ediyor. Ayrıcalık ve denetim üzerine işlediği hikâyeyi kolayca günümüzdeki olaylarda da görebiliriz.
- Publishers Weekly

Sayfa Sayısı: 360
Baskı Yılı: 2019
Orijinal Adı: Rebel
Seri Sırası: 4 / 4 
Goodreads Puanı: 4,17 / 5
_________________________________________

Herkese merhaba! Umarım herkes güzel bir tatil geçiriyordur / geçirmiştir. Yeni başlayacak okul döneminizde hepinize başarılar dilerim! :) Giriş kısmını fazla uzatmadan kitap yorumuma geçmek istiyorum.

Bu yazıda çok sevilen Efsane serisinin son kitabı olan Asi'yi yorumlayacağım. Tüm seriyi okusam da bloga yalnızca Deha'nın yorumunu girmişim. Eğer ona da göz atmak isterseniz sizi şöyle alalım :)

Kitap serinin son kitabı olan Şampiyon'un epilog bölümünden birkaç ay sonra geçiyor. Hatırlamıyorsanız hatırlatayım; bu epilog kısmında hafızasını kaybetmiş olan Day ile June on yıl aradan sonra bir tren istasyonunda karşılaşıp yeniden tanışıyorlardı. İşte Asi bu olayın birkaç ay ilerisinde Antarktika isimli bir ülkede geçiyor. Day ve kardeşi Eden, Cumhuriyet'te olan bitenlerin ardından Day'in de hafızasını kaybetmesiyle yeni bir yaşam kurmak için Antarktika denilen bu yeni ülkeye yerleşmişlerdir. Her şeyin görünürde muazzam işlediği bu ülkede vatandaşların tabi olduğu seviye sistemi diye bir sistem vardır. Bu sisteme göre davranışlarına göre insanlar puan kazanıp/kaybederek seviye yükseltme/düşürme konseptine bağlı bir hayat sürdürmektedirler. Vatandaşların oldukları seviyeye göre ise hayat standartları değişmekte ve kullanabilecekleri hizmetler farklılaşmaktadır; örneğin seviye 7'nin altında bulunan bir vatandaş toplu taşıma kullanma hakkına sahip değildir. Ülkenin Altşehir diye bilinen bölgesinde ise seviyesi çok düşük, hatta seviye 0 mensubu olan, insanlar yaşamaya çalışmaktadır. Bu düşük seviyelerden yükselmek içinse vatandaşlar için imkansız denecek kadar zordur. Bunun aksine, oldukça lüks teknolojiyle donatılmış yüksek gökdelenlerin olduğu bölgelerde ise insanlar refah içinde yaşamakta ve Altşehir'de olan bitenle hiç ilgilenmemektedirler. Mükemmel görünen bu sistem ve dünya aslında, her distopyada olduğu gibi, içinde çok büyük toplumsal sıkıntılar barındırmaktadır.

Day ve Eden.
Gelelim karakterlerimize. Kitap iki kişinin bakış açısından anlatılıyor; Eden ve Day. Eden artık
21 yaşında bir üniversite öğrencisidir. Oldukça zeki bir karakter olan eden çok küçük yaşta yaşadıkları şehir olan Ross City'nin en parlak öğrencilerinden biri olmayı başarmıştır. Kitabın geçtiği zaman diliminde ise Eden, yüksek lisansını bitirmek üzeredir ve mezuniyetinin ardından Cumhuriyet'e staj yapmak için geri dönecektir. Öte yandan Day ise artık 27 yaşında bir yetişkindir. Şampiyon'da yaşadığı hafıza kaybının etkileri hala sürmekte ve zaman zaman hafıza sorunları yaşamaktadır. Fakat buna rağmen Antarktika'nın önemli bir kurumu olan AİT'te oldukça başarılı bir ajan olmayı başarmıştır. Şehrin kötüleriyle savaşan Day bir yandan da kardeşini korumak adına elinden gelen her şeyi yapmaktadır.

Eden, kitabın adından da anlaşılabileceği üzere, asi bir karakter. Çok akıllı olan bu karakterimiz kendi hazırladığı bir güç motorunu denemek adına Altşehir'de düzenlenen ve yasa dışı olan drone yarışlarına katılmaya karar veriyor bir arkadaşının da aracılığıyla. Amacı yalnızca tasarladığı aletin işlerliğini ölçmek ve Altşehirli arkadaşı Pressa'ya yarışı kazanarak maddi yardımda bulunmak olan Eden birden kendini hiç beklemediği kadar karışık ve tehlikeli olaylar silsilesi içinde buluyor. Başarılı ajan Day'in ise kardeşini tehlikeden korumak için verdiği mücadeleyi okuyoruz kitap boyunca.

Epsilon Yayınları Instagram hesabından.

Geçen sene Goodreads'te dolaşırken benim de çok sevdiğim bir seri olan bu serinin dördüncü kitabının çıkacağını öğrenip oldukça heyecanlanmıştım. Sonradan kitabın ana karakterleri arasında June olmadığını görünce hevesim kaçmıştı çünkü June benim en güçlü bulduğum kadın karakterlerden birisi. Neyse, yine de heyecanım sönmemişti tabii. Pegasus Yayınları'nı kitapla ilgili herhangi bir haber almak adına sürekli takip ediyordum fakat bir türlü hiçbir şey yayınlamıyorlardı. Sonra bir gün internette kitap alışverişi yapmak için gezinirken ne göreyim; kitap yayınlanmış bile! Haber alamamamın sebebi kitabın Pegasus'tan değil Epsilon'dan yayınlanmasıymış meğerse. Epsilon'dan yayınlanmış olması bazı açılardan iyi olsa da bazı açılardan kötü olmuş bence. Kötü olmasının sebebi Pegasus baskılarıyla kitaplıkta yan yana biraz uyumsuz durması. İyi olması da Pegasus kitaplarına göre çok daha ulaşılabilir bir fiyata sahip olmasından kaynaklı. Ayrıca uyumsuz olmasını yok sayarsak kitabın baskısı gayet kaliteli; cildi, dış kapağı özenle hazırlanmış. Kitaplıkta uyumsuz durmasının bir sebebi de belki de kitabın orijinal kapağıdır, çünkü Epsilon orijinal görseli kullanmış tamamen. Kapak diğer üç kitabın kapağına kıyasla kötü olmuş bana kıyasla, ama orijinal hali bu olduğu için Epsilon'a faturayı kesmek pek anlamlı değil. Kitabın görsel kalitesi bakımından pek sıkıntım yok o yüzden. Fakat kitapta göze çarpan yazım hataları cidden fazlaydı, umarım bir sonraki baskılarda düzeltilir bu durum.

Karakterlere gelelim. Eden son zamanlarda okuduğum en ergen ötesi ergen karakter olabilir. Efsane serisinin çoğu detayını unuttuğum için Asi'yi okurken Eden'ı 15-16 yaşlarında sanıyordum. Kitabı bitirdikten sonra bir baktım ki çocuk 21 yaşındaymış. O kadar gereksiz kaprisli yazılmış bir karakter ki okuduğum ilk 100 sayfa boyunca "Biz şu an ne okuyoruz, bunu cidden Marie mi yazmış?" diye hayretler içerisindeydim. Davranışlarını hangi bakış açısıyla yorumlarsanız yorumlayın çoğu hareketi bir mantığa oturmuyor. Kendisi gerçekten zeki birisi ve kendisi olarak tanınmak istiyor, biri onu sokakta görüp tanıyınca "Aaa bakın bu Eden Bataar Wing!" desin istiyor "Bakın bu Day'in kardeşi." değil. Abisinin kahramanlıklarının gölgesine kalmış olmak sinirini bozuyor, hak verilebilir bu düşünceye. Kendisi ülkenin en zeki öğrencilerinden biri olmasına rağmen hala Day ile birlikte anılıyor adı, bu durumun can sıkıcı olabileceğini kabul ediyorum. Ama Eden'cım, canım, neden yalnızca abine karşı gelmiş olmak için saçma hareketler yapıyorsun be güzelim. Day'in tek amacı kardeşini korumakken Eden sürekli yapabildiğini göstermek adına kendini tehlikeye atıyor, Day gelip arkasını topladığında da Day'e kızıyor. E sürün o zaman çocuğum ne diyeyim ben sana. İlk 100 sayfa sürekli böyle geçti diyebilirim. Fakat sonradan Eden biraz aklını başına topladı ve 21 yaşına yakın bir insan gibi davranmaya başladı. Ayrıca kitabı okudukça aslında Day kadar Eden’ın da aşamadığı geçmişiyle uğraştığını anladık ve bu bazı noktalarda ona hak vermemizi sağladı. (Yalnızca BAZI noktalarda ama...) İşte bu noktadan itibaren Eden daha sevilebilir bir karakter oldu diyebilirim. Ama uyarıyorum, ilk birkaç bölümü okurken muhtemelen sinir krizi geçirerek Eden'a "SEN NEDEN BÖYLESİN!!?!?!" diye bağırmak isteyeceksiniz. Bilemiyorum, belki de sorun bendedir arkadaşlar. Gençlik krizinde herkese çatmaya hazır karakterleri okuyamayacak kadar yaşlandım belki de :( Ayrıca Eden ve arkadaşı Pressa'nın ilişkisi de okuması eğlenceli bir faktördü bence. İlişkilerinin ilerleyeceği yönü tahmin etmek zor olmasa da kitaba nahif bir romantizm kattığını düşünüyorum bu ikilinin.

Day'e dönelim, ya da kitap boyunca kullandığı isim olan Daniel'a. Karşımızda Efsane serisinde olan uçarı Day yok artık. Daniel Altan Wing 27 yaşında ve Antarktika'nın en çok tanınan ajanı. Çok daha oturaklı bir kişiliğe sahip, ve daha önce hiç görmediğiniz kadar korumacı. Eden’ı neredeyse kaybetmiş olmanın travmasını hala atlatamamış olduğu için kardeşini uçak sinekten dahi korumak istiyor. Bir yandan da hala kendi travmalarıyla uğraşıyor tabii ki. Ailesinin kaybı, yaşadığı onca zorluk, hafızasını kaybetmesiyle zihninde oluşan onca boşluk, June’un hayatında olmaması gibi konular onu kabuslarında rahat bırakmıyor. Bunlara rağmen önceki kitaplardan da aşina olduğumuz atikliğini ve cesurluğunu kullanarak tanınan ve yetenekli bir ajan olmayı başarmış ve bu sayede kardeşiyle birlikte oldukça rahat bir yaşam sürüyorlar. Birkaç ay önce June ile tekrar yollarının kesişmesi sayesinde hayatında eksik olan şeyin June olduğunu anlamış olması onu yeni bir çıkmaza sürüklüyor ve acaba June ile duygularımız karşılıklı mı diye kendini yiyip bitiriyor. Day’in bu düşüncelerini okumak benim için çok sevimliydi. June’un yakınlarında yine 15-16 yaşlarında bir çekingen gence dönüşmesi ve duygularının on yıl sonra bile hala taze olması biz June ve Day hayranları için okuması oldukça nostaljik ve duygulandırıcı şeyler diye düşünüyorum. Day genel olarak sevdiğimiz Day gibiydi işte, sadece biraz daha olgunlaşmış ve kafası karışık halde okuduk onu. Gibiydi diyorum çünkü neden tamamen beklediğim Day’i bulamadığımı birazdan açıklayacağım.

Gelelim June’a. June her ne kadar kitabın ana karakteri olmasa da kitapta yine etkin bir rol oynuyor. Cumhuriyet’te yüksek rütbeli bir komutan olan ve Seçmen Anden’i koruyan June, Seçmen ile birlikte ziyaret amaçlı Cumhuriyet’ten Antarktika’ya geldiği için Day ile görüşme şansı buluyor. Biz de bundan ötürü bol bol June içeren sahne okuyoruz. Olayları onun bakış açısından okuma şansımız olmadığı için neler düşündüğünü veya hissettiğine dair bir şeyler öğrenemiyoruz çoğunlukla kitapta. Efsane serisini okurken June’un zeka dolu tespitlerini, insanları tek bakışla analiz etme yeteneğini okumayı sevmiştim ben. Bu kitapta bunu bulamayınca doğal olarak kitabın değeri benim gözümde düştü. Yine de June’un Day ile olan diyaloglarını ve ilişkisini okumak güzel bir nostaljiydi benim için. Ayrıca June'un abisini, Day'i ve Şampiyon'un epilog kısmında bahsedildiği üzere çok sevdiği köpeği Ollie'yi kaybetmesine ve ülkesinin koskocaman bir değişimden geçmesine rağmen sapasağlam ve güçlü bir kadın karakter olarak hayatına devam etmeyi başarmış olması beni çok sevindirdi kitabı okurken. We stan a mighty queen!!




Neden beklediğim Day’i veya June’u bulamadım peki? Çünkü kitap bize bu karakterlerin kendisini değil pek de başarılı olmayan bir gölgesini sunmuş. Diğer üç kitapta yaratılan karakterlerinden uzak bir Day ve June portresi vardı Asi’de. Belki on yıl geçip büyüdükleri içindir bu durum. Yanlış anlaşılmasın, yeni June ve Day’i sevmediğimi söylemiyorum. Sadece alışık olduğumuz o karakterlerden farklı bir şekilde aktarıldıklarını söylüyorum. Yine de kitabın olay örgüsü içinde tutarlı bir karakter yapısına sahipti ikisi de.

Kitaba cidden büyük beklentiyle başlamıştım. Başlamadan önce içimde hayal kırıklığına uğrayacağıma dair bir his vardı, sonuçta June baş karakter değildi, fakat bu his bile beklentimi düşürmek için pek yeterli olmamıştı. Dürüst olmak gerekirse Eden gibi gereksiz kaprisli bir karakterle karşılaşmak da ilk 100 sayfa boyunca kitaba ısınmamı pek kolaylaştıran bir faktör de değildi. Kitabın yarısına kadar böyle bir devam kitabına cidden gerek var mıydı diye sıkça sorguladım kendimi.

Kitaba beklediğim kadar ısınamamamın bir sebebi de anlatılan bu yeni dünyanın, yani Antarktika ülkesinin, işleyiş sisteminin biraz üstünkörü anlatılmış olmasıydı. Black Mirror esintileri gördüğüm (The Nosedive bölümüne çok benzettim ben) bu dünya çok daha ilgi çekici şekilde aktarılabilirdi diye düşünüyorum. Bunun yerine çat diye kendimizi bu dünyada geçen bir isyanda bulduk yine. Genel olarak olaylar da gereğinden fazla hızlı yaşandı bence. Buna rağmen akıcı ve merak uyandırıcı bir olay örgüsü de var kitabın. Bu durum kitabın hızlıca okunmasını sağlıyor ve bence bir avantaj. Sadece olaylar ve anlatılan dünyanın okuyucuya gereksiz hızlı aktarılması yine benim için kitabın değerini düşüren bir durum oldu.

Şimdi yazı boyunca kitabı yerden yere vurdum gibi oldu, biliyorum. Kesinlikle ama kesinlikle Asi kötü bir kitap değil. Tek başına yayınlamış veya başka bir serinin ilk/devam kitabı olarak yayınlanmış olsa muhtemelen Asi benden çok daha olumlu bir yorum alırdı. Hayal kırıklığına uğramış olmamın nedeni kitabın Efsane gibi MUAZZAM bir serinin devam kitabı niteliğinde bize sunulmuş olmasıydı. İlk üç kitabın seviyesinin altında kalan bir kitap olmuş maalesef ki Asi. İlk üç kitapta olayların ve karakterler o kadar iyi işlenmişti ki Marie’ciğim maalesef ki bu kitapla kendi seviyesine pek
yaklaşamamış :(

Bana göre yetersiz olan bölümlerinden bahsettikten sonra biraz da kitapla ilgili neleri sevdiğime değineyim. Birincisi, bahsettiğim gibi, kitap çok akıcı. Sıkılmadan sayfaları çeviriyor ve bir sonraki sayfada nelerle karşılaşacağınızı merakla bekliyorsunuz. Ayrıca aksiyon dolu bir kitap, bu da okumayı eğlenceli bir hale getiriyor. İkincisi, Day ve Eden arasındaki abi-kardeş ilişkisi. Bu ikili Efsane serisinde çok fazla şeyin üstesinden geldi, bir sürü zorluğu geride bıraktılar birlikte. Şimdi ise ikisi de 20'li yaşlarda kocaman insanlara dönüşmüşler. Aralarındaki anlaşmazlıklar, çatışmalar, kavgalar ve bunlara rağmen ikisinin de birbirleri için ölesiye endişelenmesi ve birbirlerine kopmaz bir sevgiyle bağlı olmaları güzel bir şekilde işlenmişti. Her ne kadar Eden özellikle kitabın başlarında beni sinir etse de o sinir olduğum kısımlarda dahi Day ile ilişkilerini okumak hoşuma gitti. Bir diğer sevdiğim kısım ise Day ve June ilişkisi oldu tabii ki. Şampiyon'un çıldırtıcı finalinden ve kahredici epilog kısmından sonra bu ikiliyi yeniden birlikte görmek benim için gerçekten mutlu edici bir okuma serüveniydi. Şampiyon'un sonunda gözlerim akarcasına ağlamıştım, Day, June bebeğimin hayatından çıktığı için ağıtlar yakmıştım. Asi'de bu iki çok sevdiğim karakterin hikayesinin bir şekilde devam etmesi beni gerçekten çok duygulandırdı. Birlikte oldukları neredeyse her sahnede fangirl duygularım açığa çıkarak beni saçma sapan yüz ifadeleri yapmaya ve neşeli bir yunus gibi sesler çıkarmaya zorladı...







Zayıf bulduğum tüm yanlarına rağmen yeniden June,Day ve hatta Eden'la buluşmuş olmak benim için oldukça güzel bir deneyim oldu. "Eee bu kadar yerdin, şimdi kitabı sevdiğini mi söylüyorsun?" derseniz haklısınız, ama benim bu seriye karşı çok büyük bir zaafım var maalesef ki. Seriye olan duygularım tamamen objektif bir puanlama yapmamı engelliyor. Asi, yazılmış olmak için yazılmış bir kitap. Yazılmasa muhtemelen bir şey kaybetmezdik. Ama eğer ki serinin bir hayranıysanız, üçüncü kitabın sonunda olan bitenler sizin için bir son olarak tatmin edici değilse Asi'yi okumak size eminim ki her şeye rağmen zevk verecektir. En son beş sene önce kapağını açtığım, çoğu detayını unutsam da karakterlerinin kalbimde özel bir yeri olan Efsane serisinin dünyasına Asi ile dönmek beni fazlasıyla nostaljik ve mutlu hissettirdi. Benim için Şampiyon muazzam bir kitaptı fakat finali bu harika seri için yeterli değildi gözümde. Karakterlerin yeni hayatlarına tanık olmak, hikayenin devam etmesi ve bu dünyaya son bir defa dönüş yapmak saydığım tüm şeylere rağmen zevk aldığım bir deneyim oldu benim için. Tek başına değerlendirildiğinde güzel bir kitap olsa da Efsane serisinin ortalamasının altında kalsa da Asi, Efsane dünyasına güzel bir veda kitabı olmuş.


Kitabı okumazsanız çok şey kaybedersiniz diyemiyorum, kaybetmezsiniz çünkü. Ama eminim ki Şampiyon'un kapağını kapatan herkesin içinde senelerdir bir ukde vardı bu serinin sonuna dair. İşte o ukde ortadan kalksın, Şampiyon'un sonunda boğazınıza atılan o düğüm çözülsün istiyorsanız Asi size ilaç gibi gelecek. O çok sevdiğimiz haşarı, kendini bulmaya çalışan, isyankar June ve Day'e son bir kez daha vaktinizi ayırmalısınız bence, çok da pişman olacağınızı sanmıyorum.

Kitabın sonuna doğru kitaba vermeyi düşündüğüm puan 3.5'tu. Fakat o son bölüm yok mu... Yine gözlerimi doldurmayı ve beni duygulandırmayı başardı Marie Lu. Bundan ötürü puanımı 4'e yükseltmeye karar verdim.

Yazıma şu sözlerle son vermek istiyorum; June, benim akıllı kızım. Sana bu kitapla düzgün bir veda edebildiğim için gerçekten mutluyum. Hoşça kal, hayatım.